29 Kasım 2011 Salı

Bazen,
daha fazla yaşayamayacak kadar çok yaşamış hissediyorum kendimi.

27 Kasım 2011 Pazar

Su.

   Göz yaşlarımın içime doğru aktığı bir dönemdeyim. Bir ağlasam, nefes almaya başlayacağım tekrardan şu tek odalı hayatımda. Ama parmaklıklar var sanki gözlerimde, ne görebiliyorum ne ağlayabiliyorum. Kilit vurdular tüm duygu ve düşüncelerime. Anahtarı bulmak için de yol ayrımına koydular beni, binlerce farklı yolun olduğu karman çorman bir yol ayrımına... Ne bir harita var ne de bir pusula.

   Ama benim seçtiğim hiçbir yolun bariyeri yok ölüme. Hızlı da gitsem yavaş da gitsem, en mükemmel tercihmiş gibi bakıyor bana en diplerden. Nasıl huzurlu görünüyor ona sarılmak... O kadar sessiz, o kadar sakin ve masumca bakıyor ki bana. Ne ben konuşabilirim orada ne başkaları... Ölümün güzelliği de bu gibi geliyor bana, yaşamda bulamadığım yegane güzellik: sessizliği bozacak bir "başkası"nın olmaması.

   İçime doğru akıtıyorum göz yaşlarımı. Tek odalı hayatım dolup taşıyor göz yaşlarımla. Kapıyı açtıklarında iş işten geçiyor. Kendini, göz yaşlarıyla boğmuş bir kadın cesedi düşüyor üzerilerine. Gülümseyen bir kadın cesedi...

26 Kasım 2011 Cumartesi

24 Kasım 2011 Perşembe

Toz.


   Silah sesiyle sıçradı uykusundan. Rüya mıydı, yoksa gerçekten duymuş muydu bu sesi? Anlam veremediği bir kabuslar silsilesinden biriydi galiba bu da. Bilinci açıldıkça fark etti, günlerdir böyle dolanıyordu ortalıkta, gerçekle hayal arasında gel gitler yaşayarak. 

   Aslında her şey, bir günde değişmişti hayatında. (Oysa o kadar sıradan bir güne uyanmıştı ki ona sorsanız.) Sabah her zamanki gibi kahvesini hazırlamak için ketılın tuşuna bastı ve oturdu pencere kenarına. Ketılın sesinden çakmak sesi bile duyulmuyordu sigarasını yakarken. Lap-topunu açtı ve rutin işlerinden biri olan internette haber okumak için birkaç siteyi aynı anda açtı. O anda, kahvesini hazırlaması için onu uyaran ketıldan "tık" diye bir ses geldi. Zaten sabahları yalnızlığının sessizliğini bozan bir tek ketıl oluyordu, çıkardığı seslerle. Yerinden tüm miskinliği ile kalktı ve sade bir kahve yaptı kendine. Tekrar bilgisayarının başına oturdu ve haberlere göz atmaya başladı.
   Her zaman gördüğü vahşet haberlerini açtıkça, midesi bulanmaya başladı. Kahvede bir sorun var diye düşündü önce, sonra sigaraya suç attı. Ama ikisinin tadının her zamanki gibi olduğunu, ağzında yavaş yavaş yayıldıkça anladı. Bir sorun vardı. Kesinlikle bir sorun vardı. Midesi bulanıyordu haberleri okurken. 
   Önce Ukrayna'da yakılan sokak köpek ve kedilerini gördü, üç kişinin teröristlerce öldürüldüğü haberi geldi ardından. Daha sonra hala kayıp insanlardan bahseden haberi okudu. Bunları, bir travestinin dün gece öldürülmesi, bir kadının kocası tarafından on yedi yerinden bıçaklanması, bilmediği bir ülkede yapılan bir eylem sırasında yirmi kişinin öldürülmesi, dört kişiye tecavüz eden bir adamın linç edilmesi, savaş çıkmış bir ülkede elli üçten fazla kişinin ölmesi, önemli bir zatın suikasta kurban gitmesi, uyuyakalan şoför yüzünden bir ailenin yok olması takip etti.
   Ne oluyordu böyle? Dünya ne zaman böyle çığırından çıkmıştı? Ne ara bu kadar rüyaya dalmıştı da, bugün uyanıp bu haberler etkiler olmuştu onu?
   Ölüm kokusu artık burnun direğini sızlatır hale gelmişti. Hafızası ceset fotoğrafları ile bir çöplüğe dönmüştü. Tüm bedeni, uzun süredir korkuyla örtünür olmuştu. Kafası karıncalı gösteren bir televizyon gibi karman çorman bir hale gelmişti. Ve aynadaki suratı, nefretin çizgileriyle dolmuştu. 
  Evet, o artık insan değildi. Yüzyıllık bir tarihin "insanlık rüyası", bir patlama sonucu toz bulutuna dönüşmüştü. Tozdan kimse kimseyi göremez ve korkudan önüne gelene saldırır olmuştu. Yaşadıklarını, nefes alış verişleriyle anlayamayacakları kadar toz dolmuştu ciğerleri. 
  İşte o da, yıllardır koştuğu toz bulutunun içinde bir sabah öylece kalakalmıştı. 

   Bir silah sesi daha duydu. Tekrar sıçradı. Yarın sabah okuyacağı haberlere, birisi daha manşet olmuştu az önce. Uyumak istedi, uyuyamadı. Midesi bulandı, kustu. İçinden çıkan ne bir yemek, ne bir suydu. Sadece toz kustu.

22 Kasım 2011 Salı

Bardak.


   Bir bardak ve sürahi... Hayatın içindeki belki de en sıradan iki nesne... Ama o gün, tüm sıradanlığını kaybetti bu iki nesne. Onun hayatındaki o sıra dışı günün, iki simgesi haline geliverdiler. 

   Aslında sadece suyu taşırmıştı o gün. Dikkatsizlik diye geçebilecekken, bir anda gözleri doldu. Evet, suyu taşırdığı içindi tüm bu hüzün. Ziyan ettiği o su damlalarınaydı, yanaklarından süzülmesine ramak kalmış o göz yaşları.
   İçi boş bir bardaktı aslında uzun süredir o. Şekli hiç değişmeyen, kırılmasına izin verilmemiş, rengarenk bir bardak. Şeffaflığıyla övünen bir bardak. İçi boş bir bardak... Sürahi ise duygularla doldurulmuş bir hayat... İçindeki boşlukları, ihtiyacına göre dolduruyordu işte sürahiden. Canı o gün ne isterse onu dolduruyordu. Suyu taşırdığı gün de ihtiyacı olan sevgiydi. Her zaman yaptığı gibi doldurdu bardağını, taşıracağını aklından bile geçirmeden. Kendi bile fark edemeden su taştı, bangonun üzerinde nehirler gibi yolunu buldu, yayıldıkça yayıldı. O, sadece baktı, izledi suyun akışını, durduramadı.
   Bangonun üzeri ziyan edilmiş sevgilerle doldu. Gözlerinde aniden o gözyaşları belirdi. Bir bezle silenecek kadar basit miydi her şey? Evet, suyu taşırmıştı ve ziyan etmişti sevgileri. Geçmişine ait bu sevgi ziyanlarını, sarı bir bezle silmek mümkün müydü? Ne kadar göz yaşı dökse de, doldurabilecek miydi sürahisini tekrardan?
   Gözleri doldu, ziyan ettiği onca aşk, sevgi için. Eninde sonunda yapacağı iş bangoyu, o sarı bezle silmekti. Kurumaya bırakmayı tercih etse, suyun bango üzerinde bıraktığı izleri görecekti her gün. Sarı bez gene silecekti tüm izleri. Fakat, bir gün o da isyan bayrağını çekip bağıracaktı ona: "daha fazla emecek takatim yok!"
   Sarı bez sesini çıkarmadan görevini yerine getirdi. O görevini yerine getirirken, göz yaşları hala aslıydı kirpiklerinin arasında, düşmeden öylece duruyorlardı orada. Yarısına kadar boşalmış sürahi de sesini çıkarmadan onu izliyordu, tekrar doldurulmayı bekleyerek. 
   İhtiyacı olanı fazlasıyla almış, fazlasıyla da ziyan etmişti. Bangoyu temizledi, mutfağın ışını söndürüp yatağına geri döndü. Sabah temiz bangonun üzerinde boş bir bardak ve yarısına kadar dolu olan bir sürahi onu bekliyor olacaktı. 
   Sarı bez ise, tüm geceyi kurumakla (unutmakla) geçirerek, kuru bir şekilde çıkacaktı karşısına, yeni ziyanların izlerini silmek için.
   

18 Kasım 2011 Cuma

İhtiyar.


   Her gün okula giderken, pencereden yaşlı bir amcanın geçen arabaları izleyip sigara içtiği bir evin önünden geçiyorum. O adam hakkında çeşitli hayat hikayeleri yazmak, zevk veriyor bana. Sanırım o da beni tanıyor artık, göz göze geliyoruz. Nasıl ben her sabah onu görmek istiyorsam, sanki onun gözleri de beni arıyor. Ben geçerken o pencerenin önünden, kocaman gözlüklerinin altından, gözlerini daha da kısarak bakıyor bana, tanıyınca gözleri yavaş yavaş büyüyor. Sonra, gülümsüyorum ona. Onu görmek bir rahatlık veriyor bana. "Bugün de yaşıyor" diyerek rahat bir nefes alıyorum. O yaşlı adamın ölmesi çok canımı acıtacak gibi hissediyorum. Rutin hayatımın bir simgesi o benim için, her şeyin aynılığını hatırlatıyor bana. 

   Amcanın perdeleri açık her gördüğümde onu. Televizyonu hep açık. Arkasındaki masada kahvaltılık iki üç parça atıştırmalık bir şeyler var. Duvarın dibine kadar yanaştırılmış bir koltuk, çekyat da olabilir. Masa onun önünde. Muhtemelen kahvaltısını yaptı ve pencere önündeki sandalyesine geçti sigara içmek için. Yoldan geçen arabaları ve insanları izliyor sürekli. Şu an evinin önünde yol çalışması var, sövüyordur belki de belediyeye. Sadece iki kere gördüm onu birileriyle konuşurken ve gülerken. Birinde, orta yaşta bir kadınla pencereden konuşuyordu. Diğerinde ise koltuğa oturmuş insanlarla sohbet ediyordu. Sevinmiştim o an, tahmin ettiğimden daha az yalnızmış, yapayalnız değilmiş diye.

   Karısı ölmüş, çocukları uzakta, torunlarını uzun zamandır görmüyor, telefonla konuşuyor sadece. Pencereden bakıyor dışarı, aslında geçen insanlar umurunda değil. Ölüm gelip camını tıklatsın diye bekliyor. Şu an ona eşlik edebilecek en güzel dost o onun için. Ama gelmiyor. Ölüm bile unuttu onu, tıpkı çocukları ve torunları gibi. O eve ve o açık televizyona mahkum edilmiş gibi. Cezası verilmiş ve dağılmış mahkeme. Tanrı bile uğramaz olmuş evine. Tek lüksü işte o pencere ve sigara. Her gün karşı komşusunun oğlunun aldığı iki paket sigarayı mutlulukla içiyor, ölüme daha da yaklaşmak için. Ama hala çok sağlıklı. Ölüm bile hayatını yaşıyor dışarıda bir yerlerde, o ise asılı kalmış bu evin ağır, nemli ve tozlu havasında.

   Tam ben bunları düşünürken, o da şunları geçiriyor kafasından: Kız her geçişinde cüssesinden daha ağır kitaplar taşıyor elinde. Demek ki çalışmıyor bir yerlerde. Lise öğrencisi de değil, hiç formayla görmedim onu. Üniversiteye gidiyor muhtemelen. Her gün bana bakıyor penceremin önünden geçerken. Acıyordur belki bana ve yalnızlığıma. Ama çocuklarım ve torunlarımdan daha yakın bana, daha fazla şey paylaşıyoruz üç saniyelik bakışmalarımızda. Sevimli bir ihtiyar diyor mudur acaba benim için, yoksa "moruk" deyip geçiyor mudur diğerleri gibi? 

   Sonra ikimiz de avutuyoruz kendimizi, birbirimizin hayali hayatlarıyla. Ben okuluma gidiyorum, o sigarasını içip açık televizyonuna dönüyor. Akşam da karşılaşmayı umarak, rutin hayatlarımıza geri dönüyoruz. 

16 Kasım 2011 Çarşamba

Kıymık.


   Parmağıma batan bir kıymık gibisin. Rahatsız ediyorsun, ama çıkmıyorsun. Zamanla daha da derinlere girip dolaşıyorsun tüm vücudumu. Damarlarımda yol alırken, canımı acıtıyorsun. Senin için vücudumda akmak önemli olan, bedenimi tanımak istiyorsun çünkü. Salt bedenimi tanıyarak beni anlayabileceğini sanıyorsun. Varlığımı bir et yığınına indirgiyorsun. Üstelik her bir kan damlasının hareketinde öldürüyorsun beni. 

   Fark etmiyorsun ama, garip geliyor işte o bana: Ben ölürsem, bir et yığının içinde çürümeye mahkum olacaksın sen de.

15 Kasım 2011 Salı

Süpürge.


   Kendini bulmak için bir yolculuğa çıkmıştı kadın. Bu zamana kadar herkes tarafından üzerine yapıştırılmış kimliklerden sıyrılıp salt kendi olmak istemişti. Tüm acılarını göğüslemeye de razıydı. Fena gitmedi yolculuğu. Bir sabah gözlerini açıp tavana baktığında rüyasını hatırlayana kadar... Önünde geçmişe ait koca bir kütle vardı, ne kadar süpürürse o kadar yenisi ekleniyordu. Etrafı, kırılan süpürgelerle dolmuştu, nefes nefeseydi. Uyumaktan korkuyordu, kafasındakiler bir bir dökülecek diye. Sonra kadın, bir duvara yaslandı, dinlenmeliydi bir süreliğine. Uyku yavaş yavaş yaklaşıyordu ona, onunla birlikte rüyalar da.

   Kadın her gece güzel rüyalar görmek için yattı uykusuna, her gece üzerine yapıştırılmış kimlikleri gördü. Kendini görmek için yalvardı dualarında. O, gene başkalarını gördü. 

   Bulmadı kendini.
   Süpürmeye devam etti. 

now you're just somebody that i used to know.